Canımın içi, Babacıkla 1997 yılında, üniversitede tanışmıştık. 1998'de birlikteliğe dönüşen bu arkadaşlık 2001 Ekim ayında evlilikle sonuçlandı. Babanın askerliğini yapmamış olmasından dolayı (hala yapmadı, 2006 Nisan’da seninle birlikte asker yolu gözlemeye başlayacağız) seni 2007 civarlarında beklerken; 2004 yılının Şubat ayının 17’sinde çıkıverip geldin, ne de iyi ettin...Senin varlığından haberdar olduğumuzda tarih 20.06.2003, yer Aksaray'dı. Bir hafta sonu kaçamağı yapmak için Aksaray'da babaannenlerde buluşmak üzere biz İstanbul’dan, anneannen, deden, dayın, yengen, Utku ve Ekin de Kayseri'den yola çıkmıştık. Ama bir gariplik vardı, yıllardır uzun yolculuk yapan benim yani annenin hiç olmadığı şekilde ayakları şişmişti ama ne şişmek; tombiş tombiş bebek ayakları gibiydi :))) Hatta otobüsün mola verdiği yerde sevgili babacık (tabi o zaman baba adayı olduğundan bihaber) otobüslerin yıkandığı yerde hortumla ayaklarımı ıslatıyordu :))) İşte bu şişlik ve tabi tıbben birkaç uyarı ile birlikte soluğu Aksaray'da bir poliklinikte aldık, tereddüde tahammülüm olmadığı için kan testi yaptırmıştık. Sonucu almaya gittiğimizde eline raporu alan görevli “istiyor muydunuz?” diye sorunca kalakaldık! Öyle bir edayla sormuştu ki sanki “istiyordunuz ama maalesef” der gibi. Allah'tan daha biz bir yanıt veremeden, “pozitif” dedi ve evet hamileydim. Her ne kadar plansız ve zamansız olsa da, senin varlığın beni ve babanı o kadar mutlu etmişti ki şaşkın vaziyette birbirimize sarılıp gülüyorduk :))) Zaten bu şaşkınlık sen doğuncaya kadar da sürdü sanırım :))) İsim sorunu hiç yaşamadık, ismin taa 1999’dan beri hazırdı zaten; Fatih'in F’si: “Ef” Sibel'in S’si: “Es”, “EFES”. Ama bira markası olmasından S’sini kaldırıp soyadımız ile de anlamca uygun “EFE” kararı çoktan verilmişti. (Gerçi bira olmadı, rakısı çıktı). Ve ikimiz de erkek olacağından o kadar emindik ki, bizi yanıltmadın :))) Birlikte çıktığımız bu hamilelik yolculuğunda sen pek farkında değildin ama sonlara doğru annecik biraz yorgunluk belirtileri verdi. İlk 3 ayımız Mayıs, Haziran, Temmuz sıcaklar, sürekli hafif bulantılar (sabahları yoğun yerine, hafif ama sürekli) ve halsizliklerle geçti. İkinci üç ayımız sonbahara denk geldi ve evet hep bahsedildiği gibi en rahat dönemimizdi. 21 Ekim’deki evlilik yıldönümümüzde babacık elinde senin ilk Prima’nla karşımdaydı :))). Üçüncü 3 ayımızda sorunlar baş göstermeye başladı. Allah'a şükür ki seninle ilgili bir problemimiz yoktu, sen sabırsızlıkla gittiğim her kontrolümüzde kıpır kıpır bize pozlar veriyordun, doktorumuz uzun bacaklı bir afacan olacağını söylüyordu hep. Ancak annecikteki demir eksikliği, yorgunluk gözlere vurmuştu ve geçici yarı görme kaybı yaşadım (nadir de olsa bazı göz damarları hassas kişilerde hamileliğin sonlarına doğru olabiliyormuş). Sen henüz 32 haftalıktın, doktorumuz eğer 35-36 haftalık olsaydın seni çıkaracaklarını söyleyip hemen doğum iznime çıkmam gerektiğini bildirdi. Apar topar izne ayrıldım, haklarını hiçbir zaman ödeyemeyeceğimiz anneannen ve deden yardım için Kayseri'den geldiler. Böylece birlikte büyümeye evimizde devam ettik. Evet, toplamda 15kg almıştım, artık nefes almakta zorlanıyordum, sırtüstü yatmayı özlemiştim ama senin gelişin bunların hepsine değerdi canım oğlum. İzinle birlikte o tadına doyulmaz hazırlıklarımız başladı; anneannenle elimiz kolumuz minicik minicik eşyalarla alışverişten dönüp, onları toz bebek sabunları ile yıkayıp ütüleyip kaldırırken kaç kere alıp kokladığımı, minicik giysilerle dolu çamaşır askısını uzun uzun seyredip kaç kere senin hayalini kurduğumu hatırlamıyorum. Sen evimizin tek eksiğiydin ve gelişinle hayat anlam kazandı; coşku, mutluluk, huzur... Aile terimleri cümle içinde kullanmaya gerek kalmadan anlatılabiliyordu artık bizim evden. Gelelim doğum kısmına... Doğum tarihi olarak 18 Şubat deniyordu ama tabi +3 gün olabilirdi. Senin “sayı” takıntılı annen hayırlısıyla tek sayılı bir günde doğar diye dua ediyordu. Son 2-3 haftadır her an gelebilir diye beklerken bir türlü aşağıya inmiyordun, artık nefes almakta oldukça zorlanan, kocaman şiş bir buruna sahip, kocası yurtdışına çıkacağı için babacık doğumda bulunamazsa diye korkan annecik, son kontrolümüzden 1 hafta önce doktorumuz Birsen Hanım'a acaba sezaryenden mi sana bilet alsak diye sormuştu. Ama aldığım yanıt kısa ve kesindi; “hayır, bu zamana kadar her şey sağlıklı ve normal, doğum da normal olsun.” Böylece 1 hafta daha geçti. Bu arada son 2-3 hafta dışarıda öyle bir kar, fırtına vardı ki anneannenle her geceyi dualarla atlatıyorduk. O kardan, fırtınadan sonra 17.02.2004 tarihinde sanırım sen geleceksin diye hava o kadar güzel açtı ki; insanın içini ısıtan güzel bir kış güneşi ile bahardan kalma bir günde Ersin dayın ve anneannenle birlikte önce anneannenin safrakesesi taşı için ultrasona, oradan da kontrolümüze gitmek için yola çıktık. Ultrasonun iyi haberini alıp doktorumuza gittik ama bu sefer kararlıydım; artık sana kavuşmak istiyordum. Babacık da ertesi gün yurtdışına çıkmak zorundaydı. Suni sancıyla da olsa gelmeliydin artık, hem 40 haftanın dolmasına 1 gün kalmıştı. Birsen hanıma suni sancıyı, babanın gideceğini söyleyince “tamam” dedi. “Önce ultrasonla bebişi, sonra muayene ile rahmi kontrol edelim, bakalım her şey yolundaysa Efe Bey'le tanışalım artık” dedi. Ulrasonda her şey iyiydi ama muayenede benim kemik yapımın senin gibi tombiş sayılabilecek bir bebişi doğurmaya elverişli olmadığını, vakum gerekebileceğini hatırlatıp, “madem babacık da yarın yurtdışına çıkacak, bugün sezaryenle gelsin artık Efecik” deyince biz tabi tatlı bir heyecan ve şokla doktorumuza bakarken; aç olup olmadığımı, ne zaman yemek yediğimi sordu. Saat öğlen 13:00’tü ve 4 saat aç kalmam gerektiği için “17:00’de alalım” dedi. Biz “ne, ha, ne oluyor?” derken eve varmıştık bile. Tabi bu arada babacık ve dedecik arandı, babacık şok vaziyette telefonu kapatıp yola çıktı. Ben eve gelir gelmez her gün haber soran tüm akraba, arkadaş, eş dosta haber verip bavul hazırlamaya başladım ama bizimkini değil babanınkini :))) Bizimki yaklaşık 1 ay öncesinden hazırdı zaten. Ve birlikte, tek vücutta son banyomuzu yapıp sanki bahardan kalma, pırıl pırıl güneşli bir havada sahilden hastaneye gittik. Ne kadar heyecanlı olduğumu yazıya dökemeyeceğim, bunu sadece anneler ve babalar anlayabilir sanırım. Hastaneye vardığımızda bizi bekliyorlardı zaten, bizi bir odaya aldılar. O meşhur ameliyat önlüğünü giydirip, sonda takarak sedyeye aldıklarında sanırım şoktan zaman o kadar çabuk geçti ki bir anda kendimi asansörün kapısında dayını, anneanneni ve babanı öperken buldum. Onlar da diğer asansörle aşağıya indiler ve son olarak ameliyathanenin kapısında el salladıklarını gördüm. Ameliyathaneye girdiğimizde ben hep doktorumuz, 1-2 asistan, hemşire, çocuk doktoru yani 5-6 kişi olur zannederken; çalışkan karıncalar gibi oradan oraya koşturan 8-10 tane medikal personel görünce şok düzeyim biraz daha artmıştı. Beni sedyeden alıp masaya yatırırlarken bir taraftan bir doktor bacağıma soğuk bir şeyin değeceğini, sağdaki arkadaşın narkozu vereceğini, bebeğin etkilenmemesi için vücuduma bir boya süreceklerini vb. olacakları anlatıyordu. Diğer tarafta biri tansiyonumu ölçüyor, biri örtü geriyor, örtünün arkasından “ce” yapan doktorum da bana “merhaba” derken son olarak içimden “neyse en iyisi ben gözlerimi kapatayım, bir şey görmeyeyim” dediğimi hatırlıyorum. Ve sonrası… Narkozdan ayılırken “düzgün nefes al” direktiflerini duyuyordum ama uygulayamıyordum. Sürekli boğulurcasına garip sesler çıkarıyordum. 15-20 saniye sonra düzeldiğimi ve “sağlığı nasıl, sağlığı nasıl?” diye sorduğumu hatırlıyorum. Bu arada “iyi” cevabı alıyordum ama yine de sormaya devam ediyormuşum. Aynı zamanda ameliyathaneden çıkarılıyordum ve kapıda annemin “çok tatlı ve sağlıklı bir bebek” dediğini duydum ve rahatladım. Odamıza çıktığımızda zor konuşuyordum ama “odayı değiştirmişler” diyebildim. Doktorlardan biri “daha sedyedeyken değişikliği fark edebiliyorsa çoktan ayılmış gözünüz aydın” dedi gülerek ama yine de bebişimi o saniyede göremedim; ben gelmeden az önce bebek odasına götürmüşler. Konuşmak istiyordum ama halim yok gibi konuşamıyordum, biraz dinlenmem gerektiğini söylediler. 10-15 dakika sonra ise dünyanın en güzel bebeğini verdiler kucağıma. 4,040gr ağırlığında, 51cm boyundaki en kıymetli hazineme sahip olmuştum sonunda... Babacıkla bir birbirimize bir bebeğimize bakıp hiçbir şey söylemeden gülüyorduk, o anki mutluluğu tarif etmek imkansız, o yüzden kendimi zorlamayacağım. Abidin Dino mutluluğun resmini yapabilseydi bile bu, yeni doğum yapmış annenin bebeğini kucağına aldığı andaki mutluluğun resmi olamazdı. Ve şimdi benim biricik oğluşum 1,5 yaşında, okullu bir delikanlı. Anneannesinin her zaman herkes tarafından övgü ile söz edilen bakımıyla 16,5 ayına gelen afacanımız, anneannenin rahatsızlığı nedeniyle doktoru tarafından bebek bakımı yasaklanınca okullu günlerine başlamış oldu. Her geçen gün bekar arkadaşlarımızı evliliğe bir adım daha yaklaştıran, herkesin bir anda sevgilisi olmayı başaran tatlı bıcırığımız okulunun da maskotu olmuş durumda. Allah'ım tüm isteyenleri ana baba yapsın, dualarını kabul etsin...Tatlı oğlum, canım Efe'm, canım oğlum, Allah'ım o güzel gözlerini her zaman güldürsün; sağlıklı, huzurlu, mutlu, neşeli, başarılı bir hayat sunsun sana sevdiklerinle birlikte geçireceğin uzun ömründe. Ve sana senin gibi evlatlar, torunlar versin yüce Rabbim bizim mutluluğumuzu tat diye...Anneciğin Sibel Koçak
Not:Bu yazı 27/09/2005 tarihinde http://www.annelergrubu.com/ da yayinlanmistir.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder